Social Icons


Kavaklı mahallesinde Bursa’nın Kavaklı caddesi vardır. Burçüstü şehri tepeden görür. İşte tam orası. Dünyada minicik bir nokta.

19 Temmuz 2015 Pazar

Şehzadeler ip atlamayı sevmez

Bursa bir fısıltı şehridir.
Ovadan Uludağ'a doğru ya da dağa tırmanan yolun kıyısından ovaya doğru baktığınızda, gördüğünüz manzara, belki daha önce gördüğünüz şehir manzaralarından çok farklı gelmeyecektir size. Ama, bakmakla yetinmeyip  bir an durup dinlerseniz eğer, çok derinden gelen, çoğu zaman zor anlaşılan; söylenme zamanı gelmiş sırları ve gizlenmiş acıları taştaş taşa taşıyan bir fısıltı ırmağının kıyısında olduğunuzu anlarsınız. Tuğlalardan taşlara, şadırvanlardan kubbelere çarparak yankılanan bu fısıltıları size ulaştıran, ne dağdan kopup gelen lodostur, ne şehrin her yanını tutmuş olan minarelerdir ne de rüzgarı karşılayan yaşlı çınarlarla esmer selvilerdir.

Kendinizi kaptırmayı başarırsanız eğer, gövdenizden ayrıldığınızı ve seslerin peşine takılarak, Bursa'nın bir ucundan öteki ucuna; Çekirge'den Muradiye'ye, Muradiye'den Tophane'ye ve Yeşil'e, Yeşil'den Yıldırım'a doğru savrulduğunuzu hissedersiniz. Hele fısıltıların neler söylediğini anlamak için çaba göstermişseniz ve hele bu mekanlarda, sırlarını ve acılarını size duyurmaya çalışanlarla yüz yüze gelmişseniz, gövdenize geri döndüğünüzde, omuzlarınızın üstünde pencereleri sonuna kadar açık, ufka her yönden bakan bir gözlemevi; gözlerinizin önünde her şeyi daha net ve doğru görmenizi sağlayan iri bir gözlük ve göğsünüzde, kafesinden çıkmaya uğraşan, ucuna isyan bulaşmış bir yürek bulursunuz.

Bursa'dan, bu seslere kulak vermeden geçip gitmişseniz eğer, örneğin, şehzadelerin ip atlamayı sevmediklerini bir daha hiçbir yerde, hiçbir zaman öğrenme şansınız olmayacaktır. Onların topaçlarını kaytansız döndürdüklerini öğrenmeden gidersiniz, gideceğiniz yere.
Yüzyıllık çınarların gövde kalınlığındaki dallarında salınan ilmekli urganları görmeniz,
"-Salıncaklarda da sallanmazdık biz." diyen şehzadeler yüzündendir. 
Boynunuzdaki yanma, belinizdeki ayrılma hissi de bu yüzdendir. Acıların paylaşımıdır bu ve bunu ancak Bursa'daki o fısıltılara kulak verdiğinizde duyabilirsiniz.


Seslerin akıntısına sürükleniyorken, minik bir elin parmağınızı kavradığını hisseder, eğilip bakarsınız, dizinizin dibinde, güveneceği birini arayan ve bunu en çok gözleriyle belli eden küçük bir şehzadenin ürkek gözleriyle karşılaşırsınız. Girdaplı sularla dolu iki kuyuya düştüğünüzü sanırsınız o an. O, işaret parmağıyla yüzünün sınırlarını çizerek,

"-Güzel doğardık biz." der, size, "-Güzel doğardık ama, annelerimizi güldürmezdi güzelliğimiz. Onlar, bilmediğimiz bir şeyi bilirlerdi çünkü. Uzun emzirirlerdi bizi. Sütleri kesilince süt anneler bulurlardı. Sütten kesildiğimiz zaman, yüzlerimizin bozulacağını ve saray sarısı bir rengi emmeye başlayacağımızı bilirlerdi."

Görkemi baş döndüren haşmetli sandukaların ayak uçlarına atılır gibi bırakılmış küçük ve itilmiş sandukaları görmeden, onlardan yükselen fısıltıları duymadan , bu çocuğun gözlerinde dolaşıp duran ve korkuya dönüşen güvensizlik duygusunu anlayamazsınız.

Onunla konuştuğumuzu gören bir başka şehzade:
"-Oyunsuz çocuklardık biz" diyerek yaklaşır size. "-Korkuyu öğrettiler bize ilkin ve sonra korkuyla oyun oynanmayacağını."
Sesi, ses tellerindeki bir düğümü geçmeye uğraşıyormuş gibi boğuktur. İyice bakarsanız, yutkunurken zorlandığını da görürsünüz ve sesinin neden fısıltı gibi çıktığını anlarsınız.

"-Kapıları, kapılardan girenleri görebileceğimiz pencerelerin içinde büyüdük biz." diyecektir size, büyümemiş şehzadelerden biri.

Başka bir şehzadeden de başka bir yerde,
"-Üst üste iki minderde oturmamıza izin vermezdi annelerimiz; yüksek yerlere alışmamızdan korkarlardı. Başlarımız ne kadar yüksekte durursa, ipe o kadar yakın olacağını düşünürlerdi onlar." sözlerini duyunca, bütün şehzadelerin tek bir hayatı yaşadıklarını ve seslerinin tek bir ses olduğunu anlardınız. İktidar sahiplerinin onlara sunduğu şeyin, sadece korku ve ölüm olduğunu ve bunun hiçbir zaman değişmediğinin de.
Siz böyle düşünürken,
"-Ötekiler de korkarlardı." dediğini duyardınız, sesini dikleştiren birinin,
"-Onlar da korkarlardı bizim kadar, belki bizden de çok. Onların korkuları yüzünden öldük biz."
"-Tetikteydik; tek gözümüz açık uyur, öteki gözümüzü aralayarak uyanırdık." dedi. Sesi güç duyulan bir şehzade, "-Pencerelerdeki murabba demir kafeslerin ardından ışıyan güne, yeni bir günün başlamış olmasına inanamadan bakar, sonra açık gözümüzü de yumarak,  şükrederdik. Bir elimizle ötekini arar, parmaklarımızın orada; orada ve sıcak olduğunu bilmek isterdik. Ve başlarımızın da boyunlarımızın üstünde."

Sizin de başınızı döndüren bu fısıltılar, kubbelerden seker, kemer altlarında yankılanır, sütunları dolaşır, sizi bir köşede mutlaka bulur, önünüze dikilirdi.

Müezzinlerin tiz seslere yüklenerek okuduğu ezanlar, Bursa camilerinden şehrin dört bir yanına dağılırken, susar, saygıyla beklerlerdi. Ezan sesleri kubbelerin altına çekildikten sonra, kaldıkları yerden sürdürürlerdi fısıldayışlarını.

Tophane'den seslenen Şehzade Savcı Bey'le Çekirge'den seslenen Şehzade Yakup'un seslerini birbirine karıştırırdınız ama, biraz dinledikten sonra, dediklerinin aynı şeyler olduğunu anlardınız. İkisi de kördür, ikisi de kör öldürülmüştür, bunu anlatıyorlardır size. 
"-Biz ilkiz" derdi, Savcı Bey, bastonuyla yolunu ararken, "-Sonrası ilmeği kaçmış bir örgünün sökülüşüdür."

Bursa bir sahnedir de sanki, bir tragedyanın finali için yapılan hazırlıkları izliyorsunuzdur. Fısıltı korosu, beyaz köstümleri içinde yorgun, ezberlerine aldıkları tek şarkının nakaratını, son kez söylüyordur.

Orhan Gazi'den bu yana
Osmanlıdır Bursa
Şehzade kanı yürümüştür
Yıldırım'dan sonra
Çınar dallarına
Şehzade biriktirmiştir Sultan Selim
Bursa'nın kan kesesi kumbarasında
Daha kaç şehzade kim bilir
Adsız yatar Keşiş Dağı'nın 
Kuytularında
Kim bilir kaç şehzadenin adı
Söndürülmüştür
Kireç ocaklarının beyaz ateşinde

Kim bilir daha kaç şehzade
Yosun tutmuştur Edirne Sarayı'nın
Temel çukurunda

Ve kim bilir kaç şehzade
Zıbınsız vurmuştur karaya
Galata sahilinde


Işıklar yanar birden, oyun biter. Akşam olmuştur.
Fısıltı sahiplerinin kim'likleri hakkında birşeyler öğrenebilmek için dayanılmaz bir merakla dergilere, kitaplara, broşürlere, ansiklopedilere koşarsınız. Görürsünüz ki, konuşan sadece iktidardır, konuşulanlarsa iktidardakilerdir. Küçük fısıltılarıyla size ulaşmaya çalışanlar, 'ayrıntı' tanımı içine sıkıştırılmış, tek boyutlu gölgelerden başka birşey değildirler.

Onlara birer mekan verilmiştir. Yani, sus pus olmuş bir denize, kıyısız adacıklar gibi serpiştirilmişlerdir.

Kitaplarda, onların mekanlarını anlatan şu satırlarla karşılaşırsınız:
Duvarlar bir sıra kesme taş, iki ya da üç sıra tuğla ile örülmüştür. Kapılar ahşap geçmeli ve genellikle baklava desenlidir. Yüksek pencereleri vitraylıdır. Zemin pencerelerinde tahta kepenkler ve derin pencere önleri görülür. Kubbeler sütunlarla desteklenmiştir. İç duvarları, İznik ve Kütahya çinileriyle; çinilerde sedef ayetlerle bezenmiştir. Sandukalar üçgen prizma şeklinde olup...



Okumalarınız yetmez size, bu mekanları görmek istersiniz. Bu kez fısıltı sahiplerinin birer pirinç levhadan ibaret olduklarını görürsünüz. Sandukalara yaslanmış bu pirinç levhalarda: Şehzade Orhan, Şehzade Musa, Şehzade Emir, Şehzade Osman, Şehzade Ahmet, Şehzade Mehmet... yazar.

Ama yazılmaz, bu şehzadelerin, 'ip' atlayamadıkları için orada yattıkları.
Yazılmaz, onların bir hayal perdesinden akan masalın, saydam kahramanları oldukları.
Yazılmaz, sıraları gelse de konuşamayacakları.
Yazılmaz, tiradlarının sessiz ve hüzünlü, sonlarının alkışsız olduğu.
Onlar, ayak parmaklarının üzerinde yükselirler ve hançerelirndeki son sesle derler ki;
"-Türbe! "

Kaynak;
Saat Bursa Suları, sayfa 31, 34
Nuri Demirci
 
Kitap Evi Otel @KitapEviOtel Kitap Evi Otel
Kitap Evi Otel Kitap Evi Otel